13 Haziran sabahı başlayan saldırılarla birlikte Ortadoğu bir kez daha ateşe sürüklendi. İsrail’in “Operation Rising Lion” adıyla başlattığı geniş ölçekli hava harekâtında F‑35, F‑15 ve F‑16 jetleriyle Tahran ve çevresinde nükleer araştırma merkezleri, füze üsleri ve komuta noktaları hedef alındı. Yerel kaynaklara göre en az 20 stratejik bölge bombalandı.
İran, “True Promise 3” adını verdiği misilleme operasyonunda 370’i aşkın balistik füze ve 100’den fazla insansız hava aracıyla karşılık verdi. İsrail’in hava savunma sistemleri saldırıların yaklaşık %85’ini durdurdu; ancak İran’ın füzeleri Tel Aviv, Hayfa ve Bnei Brak gibi kentlerde yıkım sağlamayı başardı.
Ancak 30’a yakın sivilin öldüğü, yüzlerce kişinin yaralandığı da bildirildi. İran’da ise özellikle komuta merkezleri ve bilimsel tesisler hedef alınmış gibi lanse edilse de 585–639 kişi öldü, sivil olanlar 235 civarında.
Saldırılar askeri düzlemde yoğunlaşsa da siyasi düzlemde asıl belirleyici olan şey, sivillerin bilerek hedef alınması ve bu stratejinin açıkça ilan edilmesiydi. İsrail Dışişleri Bakanı Israel Katz’ın “Tahran halkı bedel ödeyecek” cümlesi, uluslararası hukuku hiçe sayan bir cezalandırma mantığını açıkça dile getiriyor.
Netanyahu süreci bir savunma hattı değil, açık bir rejim değişikliği çağrısı olarak tanımlıyor.
İsrail’i durduracak kimse yok mu?
İsrail, sadece kendisine yönelik bir saldırıya cevap vermiyor. Aksine, on yıllardır sistematik olarak inşa ettiği yayılmacı, cezasızlıkla güçlenmiş, mutlak bir güç arzusu doğrultusunda hareket ediyor.
Gazze’de yarısı çocuk ve bebek 50 bin civarında sivilin ölümüne yol açan politikası hiçbir uluslararası yaptırımla karşılaşmadı. Bugün Tahran’a yöneltilen tehdidin, “İran halkı bedel ödeyecek” gibi açıkça masum sivilleri hedef alan bir dille itiraf edilmesi bu zihniyetin insaniyetsiz bir ahlaki çöküş taşıdığını da gösteriyor.
İran’ın misillemesi ise, her ne kadar İsrail tarafından “terör saldırısı” olarak damgalansa da, bir bakıma siyonizmin yıllardır biriktirdiği hesapların ve taşkınlıklarının kendisine geri dönüşü gibi okunabilir ancak. İran’ın otokratik ve teokratik rejimi sorunlu olabilir, ancak bu rejimin hedef alınmasındaki meşruiyet sınırı, bizzat Netanyahu gibi figürlerin aşırılığı tarafından sıfırlandı. İsrail’in bir barış arayışı yok, aksine kontrolsüz bir güç uygulama alışkanlığı var.
Trump: Kibriti gösteren adam, çakmaya da hazır
Bu noktada ABD’nin eski Başkanı Donald Trump’ın açıklamaları yeni bir eşiği işaret ediyor. Son paylaşımında şöyle dedi:
“İran’ın dini liderinin nerede olduğunu biliyoruz. Onu şimdilik öldürmeyeceğiz. İran koşulsuz teslim olmalı. Müzakere için artık çok geç. Netanyahu’ya devam etmesini söyledim.”
Koşulsuz teslimiyet…
Bu açıklama bırakın diplomatik teamülleri, uluslararası hukuku da yırtıp atan bir zorbalık dili içeriyor.
İşin ilginci şu: Associated Press’in haberine göre, geçtiğimiz günlerde İsrail, Trump yönetimine Hamaney’e yönelik bir suikast planı sunduğunda, Trump bu plana onay vermemişti.
Bu çelişki, Trump’ın iç politikada “en sert benim” profilini sürdürürken, dış politikada hâlâ bir miktar denge hesabı yaptığını gösteriyor. Yapıyor-du. Zira dengenin kantarı da topuzu da kaçmış durumda.
Trump, kibriti yalnızca gösteren biri değil. Şu anda çakmaya hazır ve Netanyahu’nun gazla doldurduğu odanın kapısını kapatmış durumda.
MAGA’cıkar diye bilinen “Make America Great Again” sloganıyla şekillenmiş kitleler hala “Ne işimiz var Ortadoğu’da?” diyorlar ve İsrail peşinden sürüklenmeye çok da taraf değiller. Üstelik Trump onlara savaşı bitirme sözü vermişti. Sözünü tutmak bir yana elde kibrit İsrail’in gazına doğru koşması, konu İsrail olduğunda ABD’nin bağımsız bir devlet değil, sadece “Büyük İsrail” olduğu iddialarını temize çekiyor.
Ama…
Demokratların yöntemi: Engin tencere ve zıplama boşluğu
Bu tablo, "ABD’deki son seçimi Demokratlar kazansaydı ne olurdu?" sorusunu tekrar düşündürüyor.
Çünkü ortada bir fark var.
Obama ve Biden yönetimleri İran’ı baskı altında tutsa da, onu tencerenin içindeki kurbağa gibi yavaş yavaş ısıtsalar da, sistemin içinde kaçabilme boşluğunu da bırakıyorlardı İran’a.
2015 tarihli nükleer anlaşma, İran’a hem ekonomik hem de diplomatik bir geçit sunuyordu. Bu, kurbağayı su dolu tencerede yavaşça pişirmeye (dönüştürmeye) çalışan, ama engin tencere seçimi yapan bir stratejiydi.
Trump ise bu boşluğu ortadan kaldıran kişi oldu. Anlaşmadan çekildi, yaptırımları artırdı, söylemi sivriltti. Bugün geldiği nokta ise artık yalnızca baskı değil: Koşulsuz teslim ol ya da yok ol.
Ton detay değil, savaşın kalibratörüdür
Netanyahu için hedef yalnızca İran rejimi değil. Filistin’de olduğu gibi, İran’da da “halk” rejimin doğrudan hedefi. İsrail artık yalnızca askeri tesisleri değil, ulusal belleği, direniş iradesini, sivil dokuyu yok etmeye odaklı bir yöntem izliyor.
Bu noktada şunun gözden kaçmaması gerek: asıl soru şu: Bu saldırganlık yalnızca Netanyahu’ya ait değil. Bu zulüm, İsrail’in devlet politikasının ta kendisi.
Bugün bölgedeki yangının kıvılcımı sadece roketler değil fakat... Küresel egemenin kullandığı dilin bizâtihi kendisi.
Trump’ın diliyle Netanyahu’nun planı birleştiğinde geriye müzakere, zıplama, geri adım boşluğu, nefes penceresi kalmıyor.
Artık kurbağa yavaşça pişmiyor, mahallenin tümünü yakmaya hazır bir ahkaksızlık ve idraksizlik tecessüm ediyor.
Bu noktada İran’a karşı mezhebini, Suriye’de sergilediği şiddeti, Sünnilere karşı giriştiği agresif tutumları hatırlatıp ‘oh olsun’cu tutum takınanları kınadığımı da belirtmek istiyorum. Kendilerini Allah’a havale ediyorum. İsrail her vurduğunda rejimin günahlarını üstlenemeyecek durumda olan İran halkı ölüyor. Bu “yesinler birbirlerini” söylemi, manzarası vicdansızlık olan bir konformizm penceresidir. O manzarada beliren her acı, tarafsız seyirciliğinizi alıp mutlak bir dekadansa çevirecek.