Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Orhan Pamuk Kars'a ne yaptı?
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Pazar günü İstanbul’da bir kitapçıda eşeleniyordum. Kitapların bazılarını sırtı dönük, bazılarını ise kapakları görülecek şekilde raflara dizmişler. Eğilip bükülerek onlara bakıyordum. Bir anda, adeta sağ kulağıma fısıldayan bir adamın sesiyle irkildim:

        “Muhsin Bey, bu adam yalancı,” dedi. Sağıma döndüm, uzun boylu, iri yarı, iyi giyimli bir beyefendi, elinin yetiştiği rafta kapağı görülen Orhan Pamuk’un “Kar” romanını parmağıyla işaret ederek bana gösteriyordu:

        Bu kitabın yazarından bahsediyorum, yalancı bu,” dedi bu sefer daha kararlı bir ses tonuyla.

        Gülümseyerek adama baktım:

        “Haklısın,” dedim, “o adam çok büyük bir yalancı…”

        Kendisi gibi düşünen bir herif bulmanın mutluluğuyla konuşmaya başladı:

        “Kitabında tek bir doğru satır yok, güya Kars’ı anlatıyor.”

        “Anlatmıyor mu?”

        “Anlatmıyor efendim, abuk sabuk şeyler anlatıyor.”

        “Karslı mısınız?”

        “Evet. Kitabın Kars’la hiç alakası yok.”

        “O konuda da haklısınız. O kitapta Ka, kar ve birazcık da Kars var,” dedim.

        “Ne var?”

        “Şahane bir uyum var. Karslı olsam ne çok gurur duyardım böyle bir romanın içinde şehrimin adı geçiyor diye” dedim.

        Şaşırdı biraz söylediklerime.

        “Ama o kadar da olmaz ki, sadece adı geçiyor. Bir sürü yalan dolan şey var ama Kars yok,” dedi.

        “O yalan dolan dediğin şeyler olmasaydı o kitap roman olmazdı zaten,” dedim bu kez onunkine benzer ciddi bir ses tonuyla.

        Adam şaşırmış gibi baktı bana:

        “Nasıl?”

        “Roman, yazar denilen mahlukun uydurduğu bir sürü yalanı bize doğru diye yutturmanın sanatıdır,” diyerek cevap verdim.

        Kars nerede, Kars?” diye ısrar etti.

        “Kars, bulunduğu yerde. Kitaptaki Kars da sizin bildiğiniz, yaşadığınız Kars değil. Gerçek Kars’ın yazarın hayalinde canlandırdığı biçimi…”

        “Nesi?” diye sordu, “tam anlayamadım.”

        “Kars’ın hammaddesi diyelim,” dedim bu kez gülerek.

        “Hammaddesi mi, nasıl?” diye sordu merakla.

        “Bak bunu sana Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun başından geçen bir hadiseyle anlatayım. Kitaplarda yazılan her şeyi doğru kabul ediyoruz ya biz; bize göre sadece masallar yalandır. Biri bize inanmadığımız bir şeyi anlattığında ‘bana masal anlatma’ deriz, ‘bana roman okuma’ demeyiz. Oysa en büyük yalancılar, masal anlatıcıları değil romancılardır. Roman yaşanmış hikayelerin toplamı değil, çoğu zaman sadece hayali roman kahramanlarının yaşadıkları uydurma hikayelerin toplamıdır. Neyse Yakup Kadri diyordum…”

        Adamın yüzüne baktım, belli ki dinlemeyi seven birisi, muhabbetin nereye gideceğini merak ediyor. Anlatmaya devam ettim:

        “Bizde roman denilen sanatın yeni yeni serpilmeye başladığı 1920’lerin başında Yakup Kadri ‘Nur Baba’ diye bir roman yazar. Roman bir gazetede tefrika edilir ancak bir anda o kadar büyük bir gürültü kopar ki, gazete romanın tefrikasını kesmek zorunda kalır. Üstat romanında bir Bektaşi dergahını anlatıyordu ama bir anda kendini Bektaşilerle alay eden bir adam konumunda bulur, büyük saldırılara uğrar. Bir sene sonra roman kitap olarak basılınca yazar kendini savunan bir önsöz yazar kitabına; yazısında Nur Baba ve diğer roman kahramanlarının hayali olduğunu, gerçekte yaşamadığını, ama anlattığı hayatlara benzer hayatların da gerçekte var olduğunu, hatta iyi roman denilen şeyin, yazarın uydurduğu hikayeleri okurlarına gerçek diye inandırması olduğunu anlatmaya çalışır. Ama dinleyen kim! Herkes, Yakup Kadri’nin Nur Baba kahramanını Kısıklı’daki Bektaşi tekkesinin şeyhine benzetir, mesele Atatürk’e kadar gider. Romanı okumuş olan Atatürk de bu söylentilerden etkilenir ve yaşayan, gerçek ‘Nur Baba’yı görmek ister. Ona, okuduğu romandaki gerçek Nur Baba’nın, Kısıklı Dergahının Şeyhi Ali Baba olduğunu söylemişler, o da Şeyh Ali’yi bulup getirme emrini verir, aynı yemeğe Yakup Kadri’yi de davet eder, amacı hem yazarla-kahramanı buluşturmak hem de Nur Baba’yı yakından tanımaktır. Atatürk, sofrada romandaki şen şakrak, nefes okuyup çalgı çalan Nur Baba’nın yaptıklarını yapmasını ister Ali Baba’dan ama Ali Baba öyle biri değil, süklüm püklüm, pısırık, utangaç birisi, Atatürk bir hayli yoklama çeker, Ali Baba’dan Nur Baba’nın esamisi yok. ‘Şarkı söyle’ yok; ‘nefes oku’ yok! Bu duruma şaşıran Atatürk, Yakup Kadri’ye döner:

        ‘Yakup Kadri, bu, senin anlattığın Nur Baba'ya hiç benzemiyor, bu ne biçim Nur Baba’ diye adeta yakınır. Bunun üzerine Yakup Kadri “Paşam, bu, Nur Baba'nın kendisi değil, ham maddesidir,’ der.”

        Hikâyeyi bitirdim, adamın yüzüne baktım. Gülmesini bekliyordum ama gülmedi, belli ki o çoktan Kars’a gitmişti ve kolay kolay oradan dönmeye niyeti yoktu. İlle de Orhan Pamuk’u madara edecek! Ama ben de adama roman ile gerçeği karıştıran tuhaf tavrımızı anlatmaya kararlıyım.

        “Sanatçı denilen mahlukun, hayatın gerçeğinden süzdüğü hikayeleri yeniden kurgulayıp biçimlendirerek, onu sanatın gerçeği haline getiren kişi olduğu bizde bir türlü idrak edilmez. Bu yüzden sizin ve Karslıların, Orhan Pamuk’un romanında gerçek Kars’ı aramanız beyhude bir iştir.”

        “Yine de biz Karslılar, ona çok tepkiliyiz. Romanı yazarken Kars’a bile gitmemiş,” deyince, “Gitmesi gerekmiyor ama gitmiş, biliyorum ben, hem de birkaç kez gitti, romanı yazmadan önce,” dedim.

        “Gitmiş diyorsunuz ama onu Kars’ta gören yok,” diye tezinde ısrar etti.

        “Hayalet gibi bir yazardır, kolay kolay kalabalıklara görünmez,” dedim gülerek. “Şehrinizde ucuz otellerde kalmış, sabahçı kahvelerine takılmış, yoksul mahallelerde dolaşmış.”

        “Niye ki?”

        “Belki de roman kahramanı Ka’yı oralarda dolaştırmak istediği içindir. Belki de şehrin asıl nefes aldığı yerler oralar olduğu için… Bu romancıların işine akıl sır erdirmek zor.”

        Ve devamında yazarın, anlattığı mekânı ille de görmek mecburiyetinde olmadığını, hatta çoğu zaman görmeden oraları yazmak yazarın hayalini genişlettiğini, mekân denilen şeyin romanda yazarın hayalinin sınırları içinde genişleyen veya küçülen bir yer olduğunu, aynı şeyin zaman için de geçerli olduğunu anlattım. Bütün bunları anlatırken bir anda kendimi bir derslikte talebelere ders veren bir hoca gibi hissettim ama olsun, madem beni dinleyen birisi var, ben de anlatmaya devam edeceğim.

        “Ben sizin de yazılarınızı okuyorum ama siz hiç onun gibi yalan şeyler yazmıyorsunuz,” dedi beni Orhan Pamuk’a karşı biraz daha kışkırtmak için.

        “Haklısınız ben yalan şeyler yazmıyorum. Ben de yalan şeyler yazsaydım, Orhan Pamuk’un alanına girmiş olurdum ki muhtemelen çok kötü bir romancı olurdum. Ama Orhan Pamuk yalan yazmayıp benim yazdığım şeylere benzer şeyler yazsaydı muhtemelen o da şu anda benim bulunduğum yerde bir yerde olurdu ki, ona da Nobel vermezlerdi,” diyerek adam için işi iyice içinden çıkılmaz hale getirdim.

        Belli ki adamın kafası karışmıştı.

        “Yani yalan yazınca mı Nobel veriyorlar yazarlara?” diye sordu.

        “Evet,” diye cevap verdim, “genellikle kurgu edebiyata Nobel veriyorlar, birkaç istisna var tabi Churchill, Octaviya Paz, Svetlena Aleksiyeviç gibi ama genellikle Orhan Pamuk gibi çok güzel yalan uydurup o yalanları bize gerçek diye yutturan muzip yazarlar alıyor bu ödülü.”

        “Muzip?”

        “Bize şaka yapmaktan hoşlanan yazarlar yani…”

        “Peki gerçekler? Gerçekler ne olacak bu durumda?” diye sordu.

        “Gerçeğin peşinde koşmak romancının değil, gazetecilerin işidir,” dedim “ama yine de gazetecilerin her yazdığını gerçek sanma” diye de uyardım adamı.

        “Onlar da mı yalancı?” diye sordu.

        “Tümüne yalancı diyemem ama asıl yalan, onlardan bazılarının bize gerçek diye yutturmaya çalıştıklarıdır ki, zararlı olan yalan da budur,” dedim.

        Ben konuştukça adamın antenleri açılıyordu, sözümü sürdürdüm:

        “Okur gazeteciden ne istiyorsa gazeteci onu yazar. Yalan habere meyil ediyorsa eğer okur, gazetecinin canına minnet. Ama romancı öyle değil, romancı okurun istediğini değil, kendi istediğini okura sunar, kabul edip etmemek okurun elinde, romancının umurunda değildir; romancı okur öyle istiyor diye romanını onun keyfine göre yazmaz. Bu yüzden bir gazeteci size gerçekleri anlatıyorum diyorsa ondan İblis görmüş gibi kaç ama bir romancı size sevdiğim yalanları yazıyorum diyorsa onu öp başına koy. Edebiyatla gerçek hayatın kesiştiği nokta da budur işte. Bizde yazılı kültür romanla gelişmediği için, romancıya da gazeteci muamelesi yapmışız. Sizin ve Karslıların Orhan Pamuk’a yalancı demenizin sebebi budur. Siz ve Karsılar Orhan Pamuk’tan Kars’ın tarihi ve turistik yerlerini yazmasını beklemişsiniz romanında, o da Kars’a Kafka’nın ‘Ka’sından mülhem ‘Ka’ diye bir entelektüel şairi ta Almanyalardan getirip karın yollarını kestiği Kars’ta bir askeri darbeye şahitlik yaptırınca kafanız iyice karıştı. Oysa şehrinizi sadece bir dekor olarak kullanmış hikayesinde Orhan Pamuk. ‘Sanki burası herkesin unuttuğu bir yerdi ve kar sessizce dünyanın sonuna yağıyordu,’ diyor o kitapta.”

        “Bunu yapmaya hakkı var mı peki?” diye sordu.

        “Romancının elini kimse tutamaz bir. İkincisi, istediği yeri mekân seçebilir, istediği zamana gider. Hem bunu yaparak Kars’a ne kadar büyük bir fayda sağladığını bilmemeniz çok üzücü.”

        “Nasıl fayda sağlamış olabilir ki?” diye sorunca ona şu cevabı verdim:

        “Bu roman, Orhan Pamuk külliyatında ilk ve son ‘siyasi roman’dır. Dünyanın kaç diline çevrilmiş bilmiyorum ama dünyanın belli başlı yaygın dillerine çevrildiğini biliyorum. Muhtemelen bu kitabın dünyadaki satışları Kars’ın nüfusundan birkaç kat fazladır ve muhtemelen bu romana kadar bu insanların belki de çok azı Kars’ın adını duymuştur. Belki de yüzbinlerce insan ilk defa bu roman sayesinde Kars’ın adıyla karşılaşmış. Bir de dünyada edebiyat fakülteleri var. Karşılaştırmalı edebiyat kürsüleri var dünyanın her yerinde. Buralarda okuyan talebeler romanların geçtiği mekanları merak eder, araştırılar. Bu durumda Orhan Pamuk’un Kars’a sağladığı faydaya bakar mısınız? Kars belediyesi yıllık bütçesini birkaç yıl üst üste toplayıp Kars’ın tanıtımına harcasa, Orhan Pamuk’un sağladığı faydanın zekâtına bile yaklaşamaz. Buna da edebiyatın gücü derler işte!”

        “Allah Allah, hiç bu tarafından bakmamıştım. Karşılaştığım her hemşerim Orhan Pamuk’a veriştirince ben de onlar gibi düşünmeye başladım ister istemez,” dedi. Baktım sadede geliyor, ben biraz daha coştum:

        “Bakın, gerçek hayatta zamana direnen çok az şey vardır. Mısır piramitleri mesela, dünyanın en eski görkemli anıtlarıdır değil mi? İnsanoğlunun onları keşfetmesinin tarihi yakındır, çoğu kumun altında kalmıştı, kumun altında keşfedilmeyi bekleyen belki de onlarca görkemli eser daha vardır. Zaman kıyıcıdır, ezer geçer, kum örter, sel alır, rüzgâr aşındırır. Bir tek edebiyat hariç… Mesela Kars’ta ne var; Ani Harabeleri… O harabeler vakti zamanında harabe değildi, zaman onları harabe haline getirdi, yüzlerce yıl sonra belki de o harabelerden de eser kalmayacak, hele şu andaki Kars’tan geriye hiçbir şey kalmayacak. Bir tek Orhan Pamuk’un romanındaki Kars kalacak geriye. Hem de yazıldığı ilk günkü gibi diri, taze… Ne rüzgâr ne sel ne kum ne de doğanın başka felaketleri ona hiçbir zarar veremeyecek. Bir tek o Kars zamana kafa tutacak, bir tek o Kars kalacak geleceğe. Tıpkı Homeros’un anlattığı Troya, Ovidius’un anlattığı Karadeniz kıyıları, Servantes’in La Mancha’sı, Yaşar Kemal’in Çukurova’sı, Dostoyevski’nin Petersburg’u, Balzac’ın Paris’i gibi… Onun için siz Karslılar Orhan Pamuk’a ne kadar teşekkür etseniz azdır. Şehriniz ‘Kar’ romanıyla yeniden inşa edildi ve bu yeni inşa edilmiş Kars, dünyada yazı var oldukça, dünyanın belli başlı dillerinde var olacak. Kars’a bundan daha büyük iyilik olur mu? Orhan Pamuk’a tepki göstereceğinize, şehrin tam ortasına, elinde ‘Kar’ romanıyla bir kaidenin üstüne oturmuş heykelini dikmelisiniz.”

        “Galiba haklısınız,” dedi. İkna olmuştu, elini uzattı, el sıkıştık, giderken “teşekkür ederim” dedi, ben de “asıl Orhan Pamuk’a teşekkür edin” dedim, gülümsedi, ben de gülümsedim, o gitti, ben adamın parmağıyla gösterdiği Orhan Pamuk’un “Kar” romanını aldım raftan rastgele açtım, 257. sayfada “En sonunda da şu Kars şehrinde yaşayan hepimiz bir gün geberip gideceğiz. Kimse hatırlamayacak bizi, kimse ilgilenmeyecek bizimle. Kadınlar başlarına ne örtsün diye birbirini boğazlayan, kendi küçük ve saçma kavgaları içinde boğulan önemsiz kişiler olarak kalacağız. Herkes unutacak bizleri. Bu dünyadan böyle aptal hayatlar sürerek hiçbir iz bırakmadan geçip gittiğimizi görünce hayatta aşktan başka bir şey olmadığını da hırsla anlıyorum,” paragrafını okudum, kitabı kapattım, raftaki yerine koydum, bu yazıyı yazmak üzere kitapçının bitişiğindeki kahveye gidip oturdum.

        Bilgisayarımı çıkardım çantamdan, açtım, yazı hızlıca akmaya başladı ekranından.

        OSZAR »