Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Reçel yapar, dantel işler, örgü örer, roman yazardı
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        1976 yılının bir ilkbahar günü öğleden sonra, Hakkâri İl Halk Kütüphanesi’nin asma katında bulunan, sadece depozito parasını yatırıp abone olanlara kitap veren odaya girdiğimde, mahalleden buraya yokuş yukarı çıkılan uzun yol boyunca avucumda sıkı sıkıya sakladığım kâğıt 5 lira terden ıslanmıştı. Annem, oğlunu evlendirmiş olan bir komşumuzun gelinine küçük bir bohça içinde düğün hediyesi göndermişti benimle, bohçayı alan damadın annesi de beni kapıda bir süre bekletmiş, sonra avucuma 5 lira sıkıştırarak göndermiş, ben de parayı anneme götürmekle, kütüphaneye abone olmak arasında bir süre bocalamış, sonra tercihimi kütüphaneden yana yapmıştım ama hâlâ kütüphaneye abone olmamın önünde bir engel vardı. İlkokul talebelerine o sırada yetişkinlerin bölümünden kitap vermiyorlardı; yol boyunca onun da çözümünü bulmuş, sorarlarsa eğer orta mektepte okuduğumu söyleyecek, ne yapıp edip kütüphanenin çocuk bölümünden büyüklerin kitap aldığı bölüme terfi edecektim.

        Tam da tahmin ettiğim gibi oldu. Kızıl saçlarıyla uyumlu kızıl devrimci bıyıkları dudaklarından taşmış, darbeden sonra yurtdışına kaçıp memlekete bir daha dönmemiş, şu anda Danimarka’da yaşayan sonradan arkadaşım kütüphane memuru Mustafa Kaplan, terli, telaşlı, bir an önce kütüphaneye abone olup kitap almak isteyen çocuk halime bakıp kaçıncı sınıfta olduğumu sordu; ortaokul birinci sınıfa okuduğumu söyledim, inandı, bana bir abone kartı çıkardı, depozito parası olan avucumda terlemiş 5 lirayı aldı ve beni o küçük odada bulunan kitaplarla baş başa bıraktı.

        Çok az kitap vardı odada. Binlerce kitabın bulunduğu kütüphanenin büyük deposu okuyucuya kapalıydı. Orda “sakıncalı” kitaplar vardı galiba. Deponun üzerine “Girilmez” levhası asılmış, kim seçtiyse artık, abonelere sadece bu odada bulunan kitaplar veriliyordu. Odadaki raflarda bulunanlara hızlıca göz attım. Muazzez Tahsin Berkant, Kerime Nadir, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay, Esat Mahmut Karakurt, Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi yazarların kitapları vardı sadece. Nedense Hüseyin Rahmi’nin “Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç” romanını seçtim. O sırada formika masanın arkasında, önündeki evrakla ilgileniyormuş gibi yapan Mustafa’nın göz ucuyla beni süzdüğünü fark ettim. Kitabı ona uzatınca, “Neden bunu seçtin?” diye sordu. Bir nedeni yoktu, “Bilmem, ismi tuhaf” dedim gülümseyerek, o da gülümsedi. Kalktı yerinden, raftan bir kitap aldı, getirdi, “Bunu da ben senin için seçiyorum, ikisini de oku getir” dedi. Bana verdiği kitap Sait Faik’in “Semaver”iydi.

        Yokuş yukarı çıktığım yolu bu kez yokuş aşağı iniyordum. Koltuğumun altında bir an önce okumak için sabırsızlandığım iki kitap… Aklımda hep kuyruklu yıldız… Kuyruklu yıldız da neyin nesiydi?

        O sırada; 1910 yılında, her 76 senede bir semalarımızda görülen, çıkardığı gazın oluşturduğu şeritten dolayı “Halley Kuyruklu Yıldızı” adıyla bilinen, keşfinden beri insanları hep korkutmuş, tedirgin etmiş, kehanetlere mevzu olmuş; hatta bu kehanetlerden birisini yazar Mark Twain’in yaptığını, 1835 yılında kuyruklu yıldızın gökyüzünde görüldüğü günden 15 gün sonra doğduğu için bir dahaki sefere kuyruklu yıldız semalarımızı ziyaret ettiği sene öleceği kehanetinde bulunup sahiden de 21 Nisan 1910’da Halley’in görülmesinden kısa bir süre sonra öldüğünü; ilk defa 1910 yılında dünya onu beklerken alimlerin yıldızın bu sefer kıyamete yol açacağını söylediklerini, bu yüzden bütün dünyanın panik ve korku içinde onu beklediğini, çıkardığı gaza iyi geleceği söylenen bir hapın o sene piyasaya çıktığını, gaz maskesi satışlarının patladığını, insanı “kuyruklu yıldızdan koruyan” şemsiyelerin satış rekorları kırdığını, bizde özellikle İstanbul şehrinde bazı kadınların yıldızın gazından korunmak için kapı altlarına, pencere çerçevelerine çaput tıktıklarını; 18 Nisan 1910 gecesi yıldızın gökyüzünde göründüğünü, bir süre sonsuz boşlukta dans ettiğini, daha sonra da kıyamete mıyamate yol açmadan çekip gittiğini; bütün bu hengame içinde günlük hadiselerden, olup bitenlerden, gördüğü, duyduğu her şeyden bir roman çıkarmada üstün bir maharete sahip Hüseyin Rahmi adında bir yazarın, o yıllarda bütün bu mahşeri gürültüyü anlatan bir roman yazdığını, romanında bu tuhaflıkla eğlenmek üzere yıldız hakkında konferanslar veren İrfan Galip adlı muzip bir kahraman yarattığını, bu kahramanın herkesin kuyruklu yıldızın dünyaya çarparak kıyamete yol açacağını sandığı bir dönemde esrarengiz bir kadın olan Feriha Davut’la mektuplaşarak hızlıca bir izdivaca doğru gittiklerini hikaye ettiğini, o sırada koltuğumun altında bulunan ve bir an önce okumak için sabırsızlandığım kitabın içindeki hikayenin bu hikaye olduğunu bilmiyordum henüz.

        *

        Önceki yılları bilmiyorum ama benim roman okuma hastalığına yakalandığım ‘70’li yıllarda, bizim kütüphanemizin okuma odasında bulundurulan, yukarıda bir kısmının adını sıraladığım yazarların esamisi okunmuyordu pek. Çoğu daha önce yüzbinlerce satmıştı, Yeşilçam çoğundan mendil ıslatan filmler yapmıştı, çoğu vakti zamanında gazetelerde tefrika edilirken günümüzün televizyon dizileri muamelesi görmüştü; o romanlar, o filmler çoğu insanı melankolinin girdaplarına sürüklemişti ama sözünü ettiğim yıllarda köy romanları ve “siyasi edebiyat”revaçta olduğundan Refik Halit’in, Kerime Nadir’in, Hüseyin Rahmi’nin yüzüne çok az kişi bakıyordu; siyasete bulaşmamış, bu tür işlere kafa yormayan “boş insanlar”, “evde koca bekleyen okumuş kızlar”, “sev-genç” denilen “tutarsızlar” açıyordu o romanların sayfalarını daha çok. Ben de Hüseyin Rahmi’yle karşılaştığımda henüz “siyasi edebiyatla” tanışmamıştım. (Oysa Hüseyin Rahmi, İkinci Meşrutiyet’ten sonra hayatımıza giren, tartışmalarda kafa göz yardıran Darwincilik, sosyalizm, feminizm gibi düşünce akımlarının popüler yorumlarını büyük bir ustalıkla romanlarına yerleştirmiş, farklı fikirlerin eleştirisine girişmiş, felsefi mevzularla anlattığı yirminci yüzyıl başı İstanbul’unun gündelik hayatını, cinsiyet ilişkilerini, dil ve şive farklılıklarını, batıl inançlarını, sosyal gerilimlerini büyük bir ustalıkla harmanlamıştı, kimin umurundaydı o sırada...)

        Şimdi sözünü ettiğim yazarların çoğunun ölümleri üzerinden 70 sene geçti, dolayısıyla kitaplarının üzerinden telif hakkı da kalktı. Şimdi İletişim’den Can’a, İş Kültür’den Everest’e kadar, önüne gelen büyük yayınevleri Hüseyin Rahmi ile benzeri yazarların romanlarını basıyor ardı ardına. Memleket yayıncıları, yeniden Hüseyin Rahmi ve onun kuşağından romancıların, Edebiyat-ı Cedide’den Cumhuriyet’in ilk döneminde kalem oynatmış muharrirlerin kitaplarını keşfediyor büyük bir iştahla.

        Bunun nedenleri ayrı bir yazının konusu, bugünkü mevzumuz Hüseyin Rahmi Gürpınar, onda kalalım biz.

        *

        Önce, Nazım Hikmet’in 28 Mayıs 1935’te Tan gazetesinde “Orhan Selim” müstearıyla Hüseyin Rahmi’ye dair yazdığı birkaç satır:

        “Çocukluğumu, delikanlılığımı ve kırkına merdiven dayayan yaşımı kitaplarında toplayan bir yazıcı olduğu için onu, şu veya bu düşüncenin dışında, tabiatın bir görünüşü gibi severim.

        Çocukluğumda anam yüksek sesle okur onu, ben masal gibi dinlerdim. Çok yerlerini anlamadan, arap bacılarına, kamburlarının, köftecilerinin, şıpsevdilerinin konuşmalarına katıla katıla gülerdim.

        İlk delikanlılığımda, bana, insan yaşayışı üstünde düşünceler yürütme kolaylığını gösterenlerden biri oldu. Şimdi ona, bütün radikal, küçük burjuva ideolojisini bir yana bırakarak, bütün bir yaşayış tarihinin bir bölümünü gösteren boyaları parlak bir tablo gibi doya doya bakıyorum.

        Hüseyin Rahmi, yalnız kendi alnının teriyle tanışmışlığını yapan bir büyük yazıcıdır. Bu bakımdan da onu sayarım. (…)”

        Şimdi de Türk edebiyatının en önemli eleştirmenlerinden Berna Moran’dan bir Hüseyin Rahmi Gürpınar değerlendirmesi:

        “Gürpınar’ın halka aşılamak istediği fikirler, köklü değer değişiklikleri anlamını taşır ve felsefesi çok karamsardır. İnsan doğuştan bencil bir hayvandır ve yaşam bu bencil insanlar arasında sonu gelmeyen korkunç ve iğrenç bir didişmedir. Altta kalanın canı çıksın, ilkesince sürdürülen bu bireysel ve sınıfsal savaşta bile, kurnazlık, yalancılık, ikiyüzlülük gibi silahları ustalıkla kullananlar güçlü olur, ahmakları ezerler. Darwinizm’in topluma uygulanması ve Marksist yönde yorumlanması diyebileceğimiz bu görüşün, 1909’da ‘Ulum-u İçtimaiye ve İktisadiye’ adlı dergide savunulduğunu görüyoruz…”

        Son söz Ahmet Hamdi Tanpınar’ın olsun:

        “Türk romanında hakiki konuşma, Hüseyin Rahmi ile başlar. Onda her cins konuşma vardır. Hüseyin Rahmi’nin büyük kuvveti, insan yaratmasını bilmesidir. Kahramanları kitabın ortasında tabii muhitlerinde imiş gibi yaşarlar. Vakıa biraz fazla saçılır, dökülürler; fakat yaşarlar. O, halkımızı ve hayatımızı tanıyan muharrirlerdendir. Fakat asıl, edebiyatımıza sokak onunla girmiştir.”

        *

        Hüseyin Rahmi, paşa çocuğudur. Babası hünkâr yaverliğini de yapmış Sait Paşa’dır. Henüz dört yaşındayken annesi veremden öldü. O yaşta öksüz kaldı.Teyzesi ve büyükannesi baktılar ona, ilk iş ona yün örmeyi ve nakış işlemeyi öğrettiler. Akrabadan daha çok kadın vardı etrafında, o kadınların arasında, onların sabahtan akşama kadar yaptıkları dedikoduları dinleye dinleye, yün öre öre, nakış işleye işleye büyüdü. Seksen yaşında ölünceye kadar hiç evlenmedi. Öksüz bir çocuk olmanın yalnızlığını, eski zaman İstanbul’unun nevi şahsına münhasır tiplerinin oldukça eğlenceli maceralarını anlatan altmış ciltlik romana dönüştürdü. Yazarlığını, paşa babasının etrafında olup bitenlerden çok, daha bebekken öksüz büyüdüğü yüksek tavanlı ahşap konaklara, sayısız teyzeye, büyük annelere, beslemelere, hizmetçilere, uşaklara, seyislere, arabacılara, aşçılara borçludur. Çocukluğu Fatih’te geçti. Çevresindeki kadınların her akşam anlattıkları, eskilerin “tandırname”dedikleri peri, cin hikayeleriyle büyüdü. O hikayelerden birisini daha sonra “Gulyabani” romanına dönüştürdü. Kadınlardan başka bir de sokağın sesine kulak verdi, o sesi dinledi. O ses kulaklarını İstanbul’un farkı farklı ağızları, şiveleriyle doldurdu. Çok zayıf bir eğitim gördü. İlk gittiği mektepte rahat edemedi. Ondan sonra gittiklerinde de. Gerek ailedeki kadınlar gerek bütün mahalleli onun tulumbacı olacağı kanısındaydı. 15 yaşına geldiğinde mektepten tamamen koptu. Fransızca hocası tuttular, Fransızca öğrendi, sonra da Abdurrahman Şeref Bey’in ısrarıyla İdadiye ve Mülkiye Mektebi’ne gitti. Ne öğrendiyse orada öğrendi. İlk romanını tam 12 yaşındayken, 1876 yılında yazdı. Yazdığı o roman, yazdığı başka şeylerle birlikte büyük Aksaray yangınında yandı. Aynı yangında “Gülbahar Hanım” adında bir de piyesi de gitti. Daha sonra “Şık” diye bir roman yazdı ve devrin mühim yazarı, her zaman hayranlık duyduğu Ahmet Mithat Efendi’ye yolladı. Roman henüz bitmemişti. Ahmet Mithat postayla gelen romanı okudu, pek beğendi. Ama müellifi ortalıkta yoktu. Bunun üzerine gazeteye ilan verdi, ilanda kendisine gelen dosyanın yazarını gazeteye davet etti. Hüseyin Rahmi, Ahmet Mithat Efendi’yi o zamanlar Tanrılar katında oturan bir ilah olarak görüyordu. İlanı gördü, heyecandan kalbi duracak gibi oldu. Kalkıp gazeteye gitti. Karşısında ufak tefek, üflesen uçacak, kibrit kadar, çelimsiz bir çocuk görünce Ahmet Mithat, “Şık’ı sen mi yazdın” dedi, “Evet” cevabını alınca, “Yalan söyleme çocuğum, bu roman çocuk yazısına benzemiyor, senin ağzın süt kokuyor, bu usta işi bir roman, babana mı hocana mı yazdırdın, kime yazdırdıysan söyle gelsin, zararı yok” dedi. Hüseyin Rahmi içlendi, gözleri doldu, yanaklarından yaşlar süzüldü. Ahmet Mithat üzüldü, “Dur ağlama, madem sen yazdın, o halde romanı bitir getir,” dedi. Birkaç gün içinde romanı yazıp bitirdi, ustasına götürdü, Ahmet Mithat Efendi okudu, “Tebrik ederim seni, romanın sonu başından iyi olmuş” dedi. Bir süre sonra “Şık” Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. Daha sonra da kitap olarak basıldı, kitabın editörü Ahmet Mithat Efendi’dir. Bundan sonra onu tutmak mümkün olmadı. “İkdam” gazetesinde çalışmaya başladı. Arka arkaya yayınladığı altı romanla ünü bütün İstanbul’u sardı. Okur yazar mahfillerde herkes onu ve romanlarını konuşmaya başladı. Yeni yüzyılın başında, 1899 yılında garip bir vaka başından geçti. O sırada “Bir Muâdele-i Sevda” adında bir romanı “İkdam” gazetesinde tefrika ediliyordu. Şu andaki televizyon dizilerini beklemeleri gibi ahali o zamanlar her gün gazeteyi almak için gazete satış yerlerinde kuyruklar oluşturuyordu. Romanı takip edenler, kendisine sadakatsizliğini bildiği halde çok sevdiği için karısını bir türlü boşayamayan kocanın sonunda ne yapacağını merak ediyordu. Hüseyin Rahmi bir gün arkadaşlarıyla birahanede bira içerken yanındaki arkadaşı, başka bir masada oturmuş, dertli dertli rakı içip kederlenen bir adamı göstererek, “Şu pencerenin dibinde tek başına rakı için adamı görüyor musun?” dedi, Hüseyin Rahmi, “Evet” deyince arkadaşı anlattı:

        “İşte o adam sizin yazmakta olduğunuz romandaki kocayla aynı durumda, karısının kendisini aldattığını biliyor ama ayrılamıyor da. Romanın bitişine göre karar verecek, bunu etrafındaki herkese söylemiş. Siz romanınızda kocaya karısını öldürtürseniz, o da karısını öldürecek. Boşatırsanız, o da boşayacak.” Hüseyin Rahmi başından kaynar sular dökülmüş gibi oldu. Baktı durum kritik, aslında o romanda koca karısını öldürecekti, sonunu böyle kurgulamıştı. Hadiseyi başkalarından da duyunca vazgeçti. Kadını boşatmakla yetindi. Sonradan öğrendi, meyhanede tek başına rakı içip kederlenen adam da karısını boşamıştı.

        “Şıpsevdi” romanı ortalığı yıkıp geçti. O kitapla çok para kazandı. O parayla, havası suyu, hasta çelimsiz bedenine iyi gelir diye Heybeliada tepelerinde bir arazi satın aldı, 1912 yılında üstüne bir köşk inşa etti. İki kedisi, bir köpeği, can yoldaşı Emekli Miralay Hulusi Bey’le bu köşke yerleşti. Ölünceye kadar burada yaşadı. 1935 ile 1943 arasında Kütahya mebusluğu yaptı. Kütahya’ya hiç gitmediği gibi Ankara’daki Meclis’e de hiç gitmedi. Hiç evlenmedi. “Neden evlenmediniz?” diye sorduklarında “Allah saklasın, evlenmiş olsaydım değil yetmiş kitap, yedi kitap bile yazamazdım,” dedi. “Ahlaka mugayir”şeyler yazdığı iddiasıyla hem Meşrutiyet hem de Cumhuriyet mahkemelerinde hâkim karşısına çıktı. Mahkemelerdeki savunmasında hakiki hikayeci, “namuslu, namussuz, terbiyeli, terbiyesiz, mağrur, gaddar, zalim, mazlum şahsiyetleri” gerçek hayatta gördüğü gibi resmeden, bütün “müşterek yaralara” dokunan, “tabiple beraber fahişelerin muayenesine” giden, “morga giren, teşhir masasının başında çürümüş etleri, sinirleri” karıştıran, okurlarından “hiçbir şey gizlemeyen”, “bütün ulûmu, fünunu ihtiva eden, her fenalığı, her marazı, her gizli fesadı, yarayı aydınlığa çıkaran yüksek kudrete” sahip bir yaratıktır, bu yüzden yazdıklarından dolayı yargılanmamalı; savcı “istiyor ki roman, gördüğü çirkinlikleri, yaraların kokusunu değiştirsin, riya, cehil ve taassuba alet olarak hakikati diri diri gömdürmeye razı olsun. Hayır efendim hayır! Hiçbir hükümet, hiçbir memleket, sanatı asaletinden soyup yalancı şahitlik derecesine indiremez,” dedi.

        Cevdet Kudret’e göre Hüseyin Rahmi, toplum hayatımızda Tanzimat’la başlayıp Meşrutiyet, Birinci Dünya Savaşı, Cumhuriyet gibi türlü dönemler gösteren değişmelerin, insanların hayatlarında ve görüşlerinde meydana getirdiği etkileri ve tepkileri ele almış, bunları birer olay çerçevesi içinde işlemiştir. Batılılaşma hamlesiyle birlikte geleneklerin yıkılışını ve yeniliği farklı algılayan taklitçi, züppe tipleri Türk romanına o soktu. Yalı ve konaklarda yaşayanlardan en kenar yoksul mahallelerde varlıklarını sürdüren sıradan insanlara kadar; paşasıyla, efendisiyle, hanımı, küçük beyi, gelini, kaynanası, mürebbiyesi, metresi, züppesi, zamparası, delisi, doktoru, hacısı, hocası, emeklisi, küçük memuru, aşçısı, hizmetçisi, yanaşması, evlatlığı, üfürükçüsü, büyücüsü, tulumbacısı, dilencisiyle her meşrepten tipler onun romanlarında kılıklarıyla, şiveleriyle, görenekleriyle, fikirleri, inançları, türlü türlü hasletleriyle arzı endam etti. Bütün eserlerinde tek bir derdi var; halkın eğitim düzeyinin yükselmesine katkıda bulunmak! Ona göre edebiyatın gayesi “menfaat-i içtimaiyedir.” “Havastan ziyade avama, ekalliyetten ziyade ekseriyete” yazdı; der ki, “Avam için edebiyat olmazmış… Ne hezeyan! Avam cehl içinde boğulsun, biz karşıdan seyrine bakalım öyle mi?” Bütün romanlarında halkın anlayabileceği basit bir dil kullandı. Ona göre, “lisan, teyyare-i sanatın pervanesidir.”

        *

        Hüseyin Rahmi Gürpınar, 8 Mart 1944’te 80 yaşında vefat ettiğinde; bir ara müze olarak açılan, daha sonra kaderine terk edilip çürümeye bırakılan, şimdilerde tekrar müze olarak açılması için imza kampanyaları düzenlenen Heybeliada’da bulunan köşkündeki eşyaları arasında iki bohça bulundu. Bir bohçadan yüz eldiven çıktı, öbüründen de bir yığın takke. Hepsini kendi elleriyle örmüştü. Yaşadığı seksen yıl boyunca elini canlı cansız hiçbir şeye sürmemeye özen gösterdi. Bu yüzden dışarıda hep eldivenle dolaştı. Mümkün olduğu kadar başkasının elini sıkmaktan uzak durdu. Hiç kimsenin evinde kalmadı. Evdeki kapı tokmaklarını bile entarisinin ucuyla açıp kapadı. Harika reçel pişirirdi. Hatta ahbabı olan bazı hanımefendiler, “Hüseyin Rahmi’nin reçelleri, romanlarından daha lezzetlidir” bile dediler. Hele kurduğu turşular… Yetmiş yaşına kadar bisiklete bindi, yazının yanında bol bol resim yaptı. İki mekânı hiç sevmedi; okulu bir de hamamı… Birisinde kızılcık sopası, ötekinde tas tas kaynar su vardı çünkü.

        *

        Kütüphaneye abone olduğum 1976 senesinde Hüseyin Rahmi’nin birçok romanını okudum. Günün birinde, Mersin’de öğretmen okulunu bitirip okulumuza öğretmen olarak atanan Ali Kahraman adında genç bir Hakkarili devrimci öğretmen, elimde onun romanlarından birisini gördü. Aldı, evirdi çevirdi, “Böyle saçma, yoz romanları okuma, ben yarın sana bir kitap getireceğim,” dedi. Ertesi gün elinde Yaşar Kemal’in “İnce Memed”iyle geldi.

        O gün, Hüseyin Rahmiler’in dünyasından başka bir evrene göç ettim ama görmediğim halde aklımın bir köşesinde eski İstanbul sokakları hep öyle cıvıl cıvıl, öyle fıkır fıkır kaldı.

        *

        KAYNAKLAR

        Cevdet Kudret, “Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman, 1859-1959”, Kapı

        Çetin Altan, “Kalem Bahçelerinden Yedi Hayat”, İnkılap

        OSZAR »